11 Eylül 2012 Salı

Seçimlerle Yaşamak















                                                                              

Bugün günlerden Pazartesi. Yine ezan okunmuş öğle vakti gelmiş. Soğuk kış günü sıcak yataktan kalkma iradesini okula yetişebilmek için göstermek zorundayım. Vira!

Saçlarımı yıkar ve evden çıkmadan önce küçük bir elma alıp yollara düşerim. Dağınık saçlarımı asansör aynasında düzeltirim. Müzik çalarımı açıp bir 'Nell' parçası ile başlarım monoton günüme. 'L' yazan kulaklığı sola, 'R' yazan kulaklığı sağ kulağıma yerleştiririm, bakmadan taktığım bir an bile olmadı. Bitirdiğim elmamı önüme çıkan ikinci çöp konteynerına atarım. Kısa bir süre yürüdükten sonra metro'ya binerim. Kapıya yakın bir yer edinirim kendime, oturacak yer olsa dahi oturmam. 5 dakika sonra istasyona varıp, gelecek olan tren için biraz beklerim.

Kalabalık bir gün, kalabalığın içinde kendimi müthiş hissediyorum çünkü o zamanlar yalnızlığımı daha derinden hissediyorum. Kendimi güçlü hissettiriyor bana.  '5 Aralık 2011 Pazartesi'
İstasyonda bir hareketlenme var herkes yer kapmak için dizilir trenin önüne, kapı tiksinç bir düdük sesiyle açılır. Eğer kapı tam önümde açıldıysa salakça gülümseyip mutlu olurum. Birbirini ezercesine yer kapma telaşına girer herkes, bu sırada arkadan bir yaşlı amca sıkıştırır beni, dönüp 'cık cık ayıp be adam' cinsinden bir bakış atarım. Ama umrunda olmaz, ağırdan hareket eder sinirlenmesini sağlarım. Ayakta kaldıklarında öfleyip puflayan, sızlanan, 'kalk ordan diye' gözünün içine bakan amcaların teyzelerin bir atlet gibi koşuşturduğunu izlemek içten bir kahkaha atmama neden olur. Öleceği zamanın yaklaştığını hisseden yaşlıların belediyenin yaptırdığı spor aletleriyle kendilerini 'gençleştirme çabaları' ölümü erteleme çabaları gelir gözümün önüne. Garip değil mi? - Ve komik!


Bir koltuk bulup otururum. Mp3'ün ses seviyesini 33'e getiririm. Ve açar kitabımı okumaya başlarım. Bazen yanımdaki kişinin 'nasığ ya güzelmi kitap' cümlesiyle başlayıp daha sonra 'Felsefenin gereksizliğine' kadar varacak olan konuşmayı yapmak zorunda kalırım.

Bu sıra okuduğum kitap Nietzsche ağladığında ile tanıdığım İrvin Yalom'un 'Bugünü yaşama arzusu'. Müthiş bir kitap. Şu cümlelerle başlıyor roman: ''Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker... Nihai olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.''

45 dakika sonra Mersin'e varırım. Zaman kaybetmeden hızlıca yürüyüp boş olan otobüsün arka kapısının önündeki koltuğun cam kenarına otururum. Eğer biri oraya oturmuşsa bir diğer otobüsü beklerim. Mp3'ün ses seviyesini 40'a getiririm. Boş olan duraklarda bile duran otobüs şöförüne içimden küfürler ederim. Yolculuk boyunca boş olan koltuğun her zaman benim yanımdaki koltuk olduğunu farkedip lise anılarımı tazelerim.

Zihnimdeki çöplükler arasında dolanır dururum. "Derin yalnızlığımda sık sık kendi kendime konuşurum, ama fazla yüksek sesle değil, kendi sesimin boş boş yankılanacağından korkarım." Ara sıra kulaklıklarımı çıkarır dışarıya ne kadar ses geldiğini, insanların rahatsız olup olmadıklarını kontrol ederim.

Fakültenin önündeki sınıf arkadadaşlarımla sırayla tokalaşırım. Bu sırada müziği durdururum fakat kulaklığımı çıkarmam. Çünkü insanların benimle konuşmasını istemem. Ordan biri çıkıp ''çıkar şunu yeav, ne dinliyon bakim hele'' deyip çekerse kulaklığı ''sessizliği dinliyorum'' der uzaklaşırım ordan.

Bütün sınıfın önümde olmasını sağlayacak şekilde otururum. Duvar dibindeki en arka sırada. Çoğu zaman hayallere dalarım, ilgilendiğim bir konu ise dersi takip ederim. Cevabını çok iyi bildiğim sorulara bile cevap vermem.



Dersler bitince, arkadaşlarımın 'bugün bizde kal, pes atarık' önerisini reddettikten sonra bütün o yolu aşıp Adana'ya evime varırım. Gururdayan midemi ağzına kadar doldurduktan sonra uzanır güzel bir Uzak Doğu filmi seyrederim.

İşte bütün günün yorgunluğunun bittiği an. Hani soruyorsun ya arkadaş 'yorucu olmuyor mu diye?' emin ol senin o salak triplerini çekmekten daha yorucu değil.

Kulağa çok yalnız geliyor değil mi? 'Herkes gerçeğin ne kadarına dayanabileceğini seçmeli' ben günüm monoton olabildiği sürece mutlu oluyorum, hissizleştiğim her an hissizliğin en güzel his olduğunu yeniden keşfediyorum. Kendine yetebilmek, kimseye ihtiyaç duymamak hiçbir zaman yalnızlık değildir. '' İnsanlarla ne kadar az ilişkim olursa o kadar çok mutlu olduğum gerçek ve sınanmış bir denklem. Hayatın içinde yaşamaya çalıştığımda huzursuz oluyorum.''

Bugün günlerden Salı, dağınık saçlarımı asansör aynasında düzeltip, bitirdiğim elmamı ikinci çöp konteynerına atmak için sıcak yatağımdan kalkmaya çalışıyorum.